Kumbaracı50’de oyun izlemeye gitmek son on-on beş yılın yokuşunda inip çıkmak gibi. Pek çok güzelin ve kaybın hatırası arasında bir yokuşta yürümek… ‘Öteki Venedik Taciri’ için o yokuşu yeniden inerken bunları düşündüm, dönerken ise zamanın zihnimizde nasıl parçalandığını.
William Shakespeare’in defalarca sahnelenmiş, filmlere de konu olmuş metni ‘Venedik Taciri’, İsmail Sağır tarafından bu defa ‘Öteki Venedik Taciri’ adıyla uyarlanıp yönetildi. Kumbaracı50’nin 15. sezonunun ikinci prömiyeri olarak sahnelenmeye başlanan oyunun dramaturji çalışmasını Sinem Öztekin yapıyor. Sahne düzeni ve ışık tasarımına ise İsmail Sağır ve Yiğit Sertdemir’in beraber imza atması dikkat çekici. Kostüm tasarımında Efe Arslan’ın yer aldığı oyunun müzikleri ise Emrah Can Yaylı’ya ait ki her iki unsurun da işlenişi ince dokunuşlar taşıyor.
Kumbaracı50 ekibi, oyunculuk, yönetmenlik, bu oyunda olduğu gibi ışık tasarımı gibi deneyimleri kendi arasında geçirgen kıldığından beri topluluk hissini daha da büyütüyor. Kendi bünyelerinde tiyatro eğitimi vermeleri ve sürekli gençlerle çalışmaları da onları tazeliyor olabilir. Topluluk, takım ruhunun tadını bu oyunda da çıkarıyor. Mesela Yiğit Sertdemir’in olağanca akan oyunculuğunun sahnede bir “solo” şova dönüşme anına hiç rastlamamak… Ki oynadığı Shylock karakteri buna oldukça elverişli. Onun yerine ekibi bir enerji dinamosu gibi sahnede beslemesi bunun izlerinden. Yine İsmail Sağır ile Sertdemir’in oyunun gerilim dinamiğine hizmet eden ışıkları birlikte yapmaları da takım ruhuna dahil. Ki ışık kullanımıyla yer yer sinema gerçekliğine yaklaşan bir estetik yakalanmış. Deniz Danışoğlu ve İpek Türktan’ın çoğunlukla karşılıklı oynadıkları her yerde sıkı paslaşan performansları ve bununla sahneyi gerçekliğe yaklaştırmaları da öyle. Çağdaş Tekin, İbrahim Arıcı, Tuğra Can Bıçak da tempoyu kaçırmıyor. Performans açısından oyunda kimse arkada kalmıyor denebilir. Bir başka açından bakıldığında ise 100 dakikalık tek perde bu oyunda her bir sahne kendi içinde işlerken, sahneler arası geçişlerde bir kopukluk hissi yaşanabiliyor. Bir eşya ya da bir sesle sahneler arasında devamlılığı imleyen bir halat atılır belki de.
MÜZİK, KOSTÜMLER VE DEKOR
Oyunda müziklerin usulca bir yeri var. Öncelikle Türkiyeli Yahudilerin şarkılarını ya da diğer “öteki” kılınan halkların müziklerini kullanarak kolay bir etki elde etmeyi düşünmemeleri önemli. Çünkü müzik, oyunun etkisini hızla ele geçirebilecek bir unsur. Onun yerine metinden seçilmiş olan şarkılar Yaylı’nın müzikleriyle, geleneksel sanat müziği tadında kullanılmış. Bu haliyle oyunu bu coğrafyaya bağlayan bir detay olmuş. Efe Arslan’ın tasarımıyla kostümler de ince dokunuşlar taşıyor. Shakespeare’in metinde anlattığı tarihlerde Venedik’te Yahudileri bir nevi işaretleyen yaptırımlar var, bunlardan bir tanesi kırmızı şapkalarla sokağa çıkmak zorunda olmaları. Kostümler bu referanslarla tasarlanmış olsa da renklerin simgeselliğiyle ilerlenmiş; şapkalar yerine kırmızı ve mavi renklerde yakalar ve kravatlar uygulanmış. Bu haliyle metnin erkekleri iki takıma ayrılmış gibiler. Bir futbol maçı metaforu gibi de okunabilir belki ama zorlamayalım. Kadınlar bu tarafgirliğe dahil edilmemiş!
Sahnedeki resimde iki iskemle, makas, tartı, iğne, iplik ve bir maket evden oluşan küçük bir dekor, aksesuar malzemesi var. Maket ev, kadınlara tanımlı tüm tabuların anlatısını simgeliyor. İskemleler de birden çok anlam yükleniyor; “komşuların” ellerinde farklı yönlere savruluşları bazen bir posta koyma anına bazen de bir yardım eline dönüşüyor. Yine tek bir makasın iki tarafının birbirini bilemesi çarpıcı bir temsil. Bu temsilin yer aldığı mahkeme sahnesinin tamamı öyle. Hem makasın bilendiği hem haklıyla suçlunun sürekli yer değiştirdiği ve sonunda yine iktidar olanın, kalabalık olanın kazandığı kesit burası. Ya da kimsenin kazanmadığı da denebilir…
Oyunun nelerden bahsettiği sorusunu yanıtlamaya çalışayım biraz da. Biliyorsunuz Venedik, güzelliğiyle olduğu kadar Orta Çağ ve Rönesans boyunca deniz ticaretiyle anılan bir şehir. Ve aynı zamanda metnin geçtiği dönem şehirde Yahudiler gettolara sıkıştırılmış durumda. Onların zanaat ile uğraşması dahi yasak, öğretmesi de. Hıristiyan inancına göre yasak olan tefecilik işini yapabiliyorlar sadece ve bu da toplumlarına yönelik karalamanın bahanelerinden oluyor. Bu yüzden Hıristiyan ve Yahudi toplumların aralarındaki ilişkiyi ele alan metin, para ticareti yapan Yahudi tefeci Syhlock ile Hıristiyan tacir Antonio’nun arasındaki bir zıtlık dinamiği üzerinden şekilleniyor. Dostu/sevdiği için Syhlock’tan borç almak zorunda kalan Antonio’nun bu anlaşmayla içine düşeceği durum, orijinal metinde din ve ırk çatışmasını öne çıkarıyor. Ve Kumbaracı50’nin yaklaşımı ve İsmail Sağır’ın yorumuyla metin iç içe geçen tüm zıtlıkların trajedisine dönüşüyor. Erkeklik karşısında diğer cinsel kimlikler, yoksulluk karşısında zenginlik, güç karşısında zayıflık, bir işin ehli olmak karşısında basiretsizlik, sevgi de nefret de, baba ve oğul da, merhamet de zalimlik de, adil olmak da haksızlık etmek de… Bence ‘Venedik Taciri’ni ‘Öteki Venedik Taciri’ yapan tam da bu nüans olmuş.
LİNÇ ANLATISINA BİR KÖPRÜ
‘Venedik Taciri’ bir yandan da görselliği o kadar çok hayal ettiren bir metin ki daima tiyatrodan çok sinemaya elverişli gibi gelir bana. Klasik bir sahneleme ile koyu bir tiyatral tat yaratmış Kumbaracı50 kendi yorumunda. Reji anlayışı hem bireyler hem toplumlar arasındaki sosyolojik çatışmaları öne çıkarırken diyalogları ve oyunculukları belirginleştirmiş. Yine bir sinema kıyası da toplumsal linç olgusuna seyirciyi odaklaması olmuş. Son yıllarda Türkiye sinemasında maalesef tesadüf olmayan linç ve arkasındaki karanlığı irdeleyen işlerin sayısı artarken (“Karanlık Gece”-Özcan Alper ve “Kurak Günler”-Emin Alper bu yanlarıyla çokça gündeme gelen filmler oldu) konu belli ki tiyatronun da tartışma sahasına girmiş. ‘Öteki Venedik Taciri’ bu bağlamda ezileni edilgen de kılmamış, onları savaşan karakterler olarak çizmiş. Oyunun bu şekilde bir linç anlatısına köprü kurması, metni yeniden üreten ve bugüne çağıran bir rol almış. Temel metnin ışığında duran bu yeniden sahneleme, Türkiye’deki pek çok ayrımcılıkla beraber meselenin evrenselliğini de imleyebiliyor. Oyunda 6-7 Eylül pogromundan, Ermeni Soykırımı’na ya da Maraş Katliamı’na, Madımak Katliamı’na, Sur ve Cizre kıyımına ya da kadın cinayetlerinin aklanmasına hatta Bayram Sokak’ın boşaltılmasına kadar pek çok olayın delillerini toplarken metnin yazıldığı dönemde Yahudilere yapılanlar da bugün Filistin’deki kırım da bağlantısız gelmiyor. Sadece oyun bütün bunların saçmalığını yeniden hatırlatıyor.
Metnin bir diğer uyarlamaya özgü davranışı da Syhlock’un kızının bu versiyonda oğlu olması. Bu seçimi İsmail Sağır, oyunu en başından beri baba-oğul çatışması olarak kurduğunu anlatıyor. Eril saiklerle yetişen bir ergen erkek çocuğun güçlünün tarafında olmak istemesini daha sahici bulduğunu da. “Çünkü baba sürekli geçmişlerini anlatmak istiyor, aile zanaatini öğretmek istiyor ve çocuk bunların hepsine karşı. Babadan kaçma meselesi de bu dinamiğe çok oturuyordu. Daha doğrusu oğlunun babasına ihanet etmesi… Bu nedenlerle baba-oğul çatışması kurmak bana daha ilgi çekici geldi” diye anlatıyor ki aslında adaletsizliği icat edenin yani erkin, iktidarın erkek dünyanın ürünü olmasıyla okunabiliyor.
EZİLENİN ZALİM OLMA HAKKINI TANIMASI
Öte taraftan oyunun soru balonlarından biri de ezen-ezilen ikiliğine sırtını yaslayan bir düzende yargının bir kadının elinde olması, eşit bir denklem kurup kuramayacağı. Bu soruyu da cebimize koyup çıkıyoruz. Ancak hizmetçi, evin hanımı ikiliği içindeki kadınların diyalogları da metnin kayda değer güncellemelerinden ki orada sınıfsal ayrılıklarına rağmen bu kadınların kendi seçimlerini yapabilme istekleri ya da arzularından bahsettiklerini görüyoruz.
Oyunun yaptığı bir ince ayar da ezilenin zalim olma hakkını tanıması. Elbette bu öncelikle William Shakespeare’in ta 1596’da açtığı bir pencere. Ezilenin ahlakını, merhametini, eylemlerini, radikalliğini, öfkesini ya da suçunu yargılamak kolay mıdır gibi bir soru… Şimdi sıkça aşina olduğumuz düzmece mahkemelerden bir temsil sahnesi sorunun açığa çıktığı yer aslında. Hukukun kimin elinde olduğu bizim “kafir”, “ibne”, “ayıplı”, “çapulcu” vs. olduğumuzu belirlemiyor mu hâlâ! Yazar, “Etimizi kesseniz bizim de kanımız akmaz mı? Gıdıklarsanız, gülmez miyiz? Bizi zehirleseniz ölmez miyiz? bize haksızlık yaparsanız öcümüzü almayacak mıyız? her şeyde benzediğimize göre, bunda da benzeyeceğiz elbette” diyerek bunları sormuyor mudur zaten?
Hasılı hepimiz bir an için bile olsa farklı farklı yerlerde dahi bir makasın birbiriyle bilenen iki ucundayken; ezilenin merhametsizliği bir midir ezeninkiyle?
Künye:
Yazan: William Shakespeare, Uyarlayan, Yöneten,İsmail Sağır
Dramaturg: Sinem Özlek, Sahne Düzeni ve Işık Tasarımı: İsmail Sağır, Yiğit Sertdemir, Müzik: Emrah Can Yaylı
Kostüm Tasarım: Efe Arslan, Reji Asistanı: İlayda Ulcaylı, Derin Tuncel, Sena Canbazoğlu, Dış Göz: Gülhan Kadim, Afiş Tasarımı: Aygen İncel
Fotoğraflar: Ali Güler
Bülent Bozkurt, Zeynep Avcı çevirilerinden yararlanılmıştır.
Oynayanlar: Çağdaş Tekin, Deniz Danışoğlu, İbrahim Arıcı, İsmail Sağır, İpek Türktan, Tuğra Can Bıçak, Yiğit Sertdemir
Ne zaman izlerim?
15.03.2024 Cuma / 20:30
Nazım Hikmet Kültürevi / Bursa
30.03.2024 Cumartesi / 20:30
Kumbaracı50 / İstanbul